Bahar havasının rehaveti ile yaşanan melankoli, ilkbaharın erken sinyalleri gibi algılanan bu iklim değişimi aşka düşürmesin sizi hemen. Kuş sesleri, başlarını tomurcuklarına gömen çiçekler, güneşin gülümseyen yüzüne kanmayın…
Evet, yurdun büyük bir bölümü belki ilkbahar sarhoşluğuna kapılmış hatta kuzeyde kış olimpiyatlarını izlemeye gidenler Soçi’de denize giriyorlarmış… vs.
Bizler bu geçici sarhoşluğa kapılmışken küresel iklim değişikliğine maruz kaldığımızı, doğanın ona verdiğimiz zarar karşılığında, değişime uyum sağlamaya çalıştığı bir süreçte olduğunun farkında mısınız bilmem. Kim bilir sırf bu yüzden doğanın bizi daha ne kadar beklenmedik farklı olaylar ile karşı karşıya bırakabileceğini de…
Ama bildiğim bir şey varsa o da; zamanın, siyasete odaklı yaşamanın etkisiyle diğer bütün konulara karşı üç maymunu oynama zamanı olmadığı… Sosyal hayata odaklı yaşamaktan bahsediyorum; geleceğimizi farklı noktalardan düşünmekten uzak, günü yaşayan insanlar olarak yaşamaktan kurtulmamız gerek. Evet, birtakım faaliyetlerin gerçekleşmesi için dönüp dolaşıp yine siyasetin ve siyasilerin yolundan geçmek zorunda kalacağız belki ama çevre dostu bilinçli vatandaş olmanın şartlarını da yerine getirmekten uzak kalmamalıyız. Zira yaşlı yerküre alarm veriyor artık…
Uzun yıllardır bu mevsimde bu kadar sıcak günler yaşamamış olmamız, sıcaklıkta ulaşılan en yüksek değerler bir rekor gibi görünse de buna madalya veren olmaz.
İklim değişikliklerinin varlığından bahsedebilmek için uzun vadeli trendlere bakmak gerekiyor. Güneşteki patlamalar, dünyanın yörüngesindeki sapmalar, volkanik patlamalar ve tektonik hareketler nedeniyle dünya 150 bin yılda bir yaklaşık bir derece ısınıyor ya da soğuyorken iklimler değişiyordu. Oysa yapılan araştırmalara göre 1850’den sonra 150 bin yılda yaşanan 1 derecelik artış 150 yılda gerçekleştiği tespit edilmiş. Yani dünya 1000 kat hızlı ısınmış. Ekolojik sistem bu duruma ayak uyduramıyor. Dolayısıyla sıkıntılar başlıyor.
Türkiye baraj ve su arıtma tesisleri gibi yapısal önlem konusunda çok iyi bir noktada olmasına karşın ihtiyaç duyulan kuraklıkla mücadele planı, su bütçesi, halkın eğitilmesi gibi yapısal olmayan önlemler noktasında eksik. Ki bu yarım kalmışlık büyük tehlikelerin sızması noktasında çok riskli. Yağışlar belli bölgelerde çok belli bölgelerde az olacağı için kuraklıktan değil ama su kıtlığından söz ediliyor. Yani bölgesel hatta şehirlerarası su savaşları çıkmasından bahsediliyor. Prof. Mikdat Kadıoğlu diyor ki: Mesela “İstanbul, Edirne ve Kırklareli’nden su isteyecek ama orada da kuraklık olacağı için o şehrin halkı su vermek istemeyecek. Köyler arasında bile su kavgası çıkacak. İnsanlar diğer şehirlere giden su borularını kesecek.”
Yine Prof. Mikdat Kadıoğlu’nun söylemlerine ilişkin tüylerimi ürperten şu ifadesi gelecek nesiller adına; önce bir anne, sonra da bir insan olarak beni derinden sarstı: “Kanalistanbul akla yatkın bir proje değil. Sazlıdere Barajı’nı kuruturlarsa felaket olur. Ayrıca çıkan egzoz gazları, etraftaki yerleşim yerleri büyük bir hava kirliliği yaratabilir. Lösemi patlaması yaşanabilir.”
Düşündüğünüzde bunlar çok ciddi sorunlar ve şimdiden önlem alınması, bir plan dâhilinde böyle günlerin yaşanmasına engel olunması için çalışmalar yapılması lazım.
Lütfen, doğayı koruyalım, bozmayalım, yok etmeyelim, betonlaştırmayalım başta su olmak üzere her türlü israftan kaçınalım… Bu bilinci etrafımızdaki insanlara da yerleştirelim… Bunu yaşlı dünyamız için, yetişen yeni nesil için, geleceğimiz için geçmişimize borçluyuz…