Bizim kuşak iyi bilir radyo tiyatrolarını. Hafta sonu cumartesi, pazar sabahları saat onda başlardı. Benim için en büyük keyifti kahvaltı sonrası radyonun başına oturup bu güzel tiyatroları dinlemek. Bir de geceleri tekrarı olurdu. Her şey bir yana, o saatlerde hayat dururdu. Seslerin hayal dünyamızla dans ettiği muhteşem hikâyeler, ete kemiğe bürünür, şekillenirdi zihinlerimizde. Klasiklerin bir kısmını ilk olarak radyodan dinleyip, sevip; sonra da çok beğendiğim için kitabını alıp okumuşluğum da çoktur.
Usta tiyatro sanatçılarının, harikulade diksiyonları ile seslendirdikleri eserler, bizlere edebiyatı sevdirmişti o tarihlerde. Şimdi düşünüyorum da… Hiçbir televizyon dizisi, gerçekten de aynı hazzı vermiyor bana. Bir sonraki bölümünü heyecanla beklediğim o tiyatroların tadı damağımda, izleri hafızamda kaldı. Seçme, kaliteli eserlerle buluşuyorduk dinleyici olarak. Abuk sabuk ilişkiler, saçma sapan mizansenler, boş uzatma dakikaları yoktu. Küfür, argo, seviyesiz sözler yoktu. Her şey dozunda, kararınca yansıtılıyordu radyo dalgalarına.
Sonra… Özlemlerimizde kalan tatlı anılar oldu tüm bunlar. Şimdi her şey karıştı. Acıdan beslenen bir medya, trajik kurguların revaçta olduğu bir sanat ve karamsarlığın insan bedenleri ve ruhları üzerinde hüküm sürdüğü psikolojik travmaların kucağında hayatlar…
İnsanlar, iç çekerek bakar oldu maziye. Yeni nesilden durumu anlayanlar kaçırdıklarına pişman; anlamayanlar, acımasız hayatın karanlığında, mutsuz gözlerle bakıyorlar şimdi etraflarına.
Dijital bir çağı yaşadığımız şu günlerde, garip bir şekilde retro salgını yayıldı her yana. Aslında garip mi değil mi bilemiyorum. Zira her dönem vardı bu geçmişe özlem. 90’larda, 80’lere; 80’lerde 70’li yıllara, çiçek çocuklara bir hayranlık vardı, şimdilerde ise 80’lere-90’lara…
Bilim ve teknoloji hızla gelişirken, her şey çok daha basit ve pratik bir hal alırken neden insan daha zor şartlar altında yaşanan günlere özenir, özlem duyar diye hiç düşündünüz mü bilmem ama ben her düşünüşümde insanlığımız namına yitirdiklerimizle karşılaşıyorum. Hayat belki kolaylaşıyor ama insanlık, dostluk, arkadaşlık, güven, sevgi yitiyor bu uğurda. Mekanik bir hayat, soğuk, dijital sesler, hayatımızın sıcaklığına bir buz kütlesi gibi düşüyor. İnsan, hükmünü yitiriyor…
Sadece sanat, edebiyat değil maneviyat yitiyor yılların kucağında. Masumiyet hayallere yüklenirken, vicdan bilmem kimin dilinde kuru bir sözcük olmaktan kurtaramıyor kendini.
İşte ondan sonra bazen bir radyo programına hapsoluyor güzel anılar bazen eski solmuş renkleriyle fotoğraf karelerinde donuklaşıyor en güzel duygular. Sonra bir suçlu aranıyor; eskiyi özleyenler, boynu bükük kabulleniyorlar suçlarını. Acısıyla tatlısıyla “kabul” diyorlar, biz istedik, biz özledik eskiyi. Kabul, diyorlar, tüm zorluklarına rağmen, yitirmediğimiz insanca duyguların aşkına, bedenimizde çarpan şu kalbin aşkına, ruhunu yitirmemiş, insan gibi insanların var oluşu aşkına, eskiye döneceksek, dönebileceksek “kabul” diyorlar.
Arkası Yarın da olsa, o günlere, o güneşli günlere dönmek için her şeye kabul!