KOLTUK

Zühtü, işten eve, evden işe giden kendi halinde bir vatandaştır. Yaşadığı beldede belediye seçimleri yaklaşmaktadır. Bir gün, Devlet Millet Düzen Yüksek Parti’sinden (DMDYP) adaylık teklifi alır. Oturup ailesiyle istişare eden Zühtü, partinin teklifini kabul eder.

Dürüst bir adam olan Zühtü’nün başkan seçilir seçilmez ilk işi; rüşvete, haksızlıklara düzenbazlığa, yağcılığa, kayırmacılığa son vermek olur. Ama bunları yaptığı için, parti başkanından da uyarı alır. Ailesi rahata çabuk alışır ve ekmek elden su gölden yaşamaya başlar. Zühtü, istemese de bildik düzene uyum sağlamak zorunda kalır. Kendinden önceki tüm başkanlar, yolunda gitmeyen işler için hep koltuğu suçlamışlardır. Koltukla barışık olan Zühtü, tüm direnmelerine rağmen sonunda koltukla düşman olur.

Sonunda, her şeyin sorumlusu olan koltuğu yakarak bu sıkıntılardan kurtulmak isteyen başkan, benzine karıştırılan su miktarının çok fazla olması nedeniyle onu bile başaramaz.

Dönemin teknolojik şartları dikkate alınmazsa, Kartal Tibet’in yönettiği ve başrollerinde rahmetli usta oyuncu Kemal Sunal’ın oynadığı bu 1990 yapımı “Koltuk Belası” adlı film; koltuğun gücü, koltuk sevdalı insanlar hakkında yazıldığı dönemi içeren çarpıcı konusuyla aslında her dönemin filmi olma özelliğine sahiptir.

Neden bu filmi anlattığıma gelince… “Ne menem şeydir şu koltuk?” diye düşünürken öyle birden bire geldi aslında aklıma… Zaman zaman birçoğumuzun aklını kurcalayan bu soru beni de düşündürdü bugün…

Bu koltuk, tarihin her döneminde insanları kendine bağlamakla kalmamış, esir etmiş adeta… Kafanızı kaldırıp şöyle bir bakın; iş adamından, sporcusuna, sporcusundan siyasetçisine, siyasetçisinden memuruna kaç kişinin hayatını, düzenini alt üst etmiş, kaç kişinin dengesini bozmuş?…

‘Koltuk Belası’ filmindeki “Hele o koltuğa bir otursun, neler değişir neler…” repliği gerçekten düşündürücü bir cümleydi. Zira o koltuk öyle bir koltuktur ki oturan bir daha kalkmak istemezken, üzerinde geçirilen sürede adeta evrim geçirtiyor insana…  Eğer gerçekten güçlü bir kişiliğe sahip değilse kişi, koltuğun gücüne yenik düşüyor bir süre sonra…

Ben, hayatın her alanında, oturulacak koltuklara gerçekten hak eden insanların oturmasından yanayım. Hangi alanda olursa olsun; sanatta, siyasette, sporda, resmi ya da gayrı resmi makamlarda koltuk, hak edenin ve onun sorumluluğunu taşıyabilen insanların olmalı.

Ayrıca bu yerlerde gençlere fırsat tanınmalı… Deneyim kazanmalarına imkân verilmeli ve koltuklara oturanların fosilleşene kadar oraları işgal etmelerine müsaade edilmemeli… Taze fikirler, genç beyinlerin heyecanıyla birleşince hormonsuz meyveler verecektir. O meyvelerin yetişmesine imkân tanınmalı.

Koltukların üzerindeki makamların gelip geçiciliği, dünyanın faniliği unutulmadan hizmet edilmeli bunu kazanılan paranın helalinden olması için yapılması gerektiği hep hatırlanmalıdır.

Koltuk sahibi olmanın insanlara zorlu bir sınav süreci yaşattığı bilinciyle hareket edilmeli, sınavda başarılı olmak isteyen öğrenci psikolojisi hiç elden bırakılmamalı, kazancın hak edilir olması için hep çabalamak gerektiği bilinmelidir.

Koltuğun esiri iken değil koltuktan bağımsız bir kimlikle hareket ederken;  saygı gören, sevilen, aranan bir insan olmanın erdemine vakıf olunması temennisiyle…

 

Yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir