PERSONA

Tam da Oscar Törenleri öncesi, Bergman’ın sinema tarihinin başyapıtlarından biri olarak gösterilen ve aynı zamanda Carl Gustav Jung’un en temel teorilerinden birinin adı olan “PERSONA” başlığını kullanmam tesadüf oldu aslında.

Zira, insanların çığırından çıkıp personasından sıyrılıp gölgelerinin izdüşümünü yaşadığımız şu günlerde, Jung’un bu teorisini; birbirinin canına gözünü kırpmadan kast eden insanların, özür dilerim ‘insan görünümlü mahlûkların’ gerçekliklerini fark etmemize yardımcı olacak 1966 yapımı, muhteşem bir İsveç filmi aslında. (Meraklısına, mutlaka izlemesi tavsiye olunur!…)

Kısaca bahsedecek olursam, anlatmak istediklerim daha iyi anlaşılacaktır sanırım;

Ünlü bir oyuncu olan Elizabeth, Elektra adlı oyunu sahnelerken aniden susar. Suskunluğunun sebebi bilinçlidir. Doktor, bunun Elizabeth’in kendi tercihi olduğunu, hastanın fiziksel ya da ruhsal herhangi bir problemi olmadığını söyler. Alma adında bir hemşireyi onunla ilgilenmesi için görevlendirir. Film, o dakikadan sonra doktorun yazlığında Alma ve Elizabeth arasında devam eder. Elizabet’in kışkırtıcı sessizliği karşısında konuşan hep Alma olur ve kendine ait bütün sırları bu esnada ifşa eder ve Elizabeth’in benliği karşısında kendi benliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Enteresan sahnelere sahip filmin üzerine kurulu olduğu Jung teorisine gelince; etrafımıza yansıttığımız dış yüzler, başkalarının görmesine izin verdiğimiz kendimizin parçası, personamızdır. Yunan oyuncuların taktığı maskelere gönderme yapan persona, başkalarına gösterdiğimiz gerçek olmayan kişiliklerimizin maskesidir. Toplum tarafından tepki görmemek için gizlediğimiz tarafımızı örten bir tür kostümdür. Bu şekilde kendimizi tehlikelere karşı korur, menfaatlerimizi güvence altına alırız.

Diğer bir kavram da gölgedir. Gölge, personanın karşıtı olan diğer güçtür. Yani, kişinin yüzleşmekten kaçındığı, toplumdan gizlediği hoş karşılanmayan istek ve fikirleridir. Bu aslında bizim genellikle fark edilmeyen gerçek kişiliğimiz, yüzümüzdür.

Bazen kişi, takındığı personanın aslında kendisi olduğuna inanır, personasıyla özdeşleşen birey kendisine yabancılaşır. Jung, bu durumu ‘şişme’ olarak tanımlar. Böyle kişiler, kendilerini rollerine fazlasıyla kaptırdıkları için personalarının egemenliği altında kaybolurlar, kendi gerçekliklerinden uzaklaşırlar. Filmde Elizabeth’in yaşadığı tam da budur. Personasıyla özdeşleşen Elizabeth, kendi gerçekliğini yitirmiş bu nedenle bilinçli olarak susmayı tercih etmiştir. İşte bu suskunluğu sayesinde rol yapmadan, yalan söylemeden yaşayacaktır. Doktorun filmde Elizabath’e söyledikleri aslında her şeyi özetler:

“Benim anlamadığımı mı sanıyorsun? Var olmak denilen o umutsuz düşü… Olur gibi görünmek değil, var olmak. Her an bilinçli, tetikte… Aynı zamanda başkalarının huzurundaki varlığınla kendi içindeki varlık arasındaki o yarılma… Baş dönmesi ve gerçek yüzünün açığa çıkarılması için o bitimsiz açlık… Ele geçirilmek, eksiltilmek ve hatta belki de yok edilmek… Her kelime yalan… Her jest sahte… Her gülümseme yalnızca bir yüz hareketi… İntihar etmek?!… Hayır. Fazlasıyla iğrenç!… İnsan, yapamaz ama hareketsiz kalabilir, susabilir. Hiç değilse o zaman yalan söylemez. Perdelerini indirip, içine dönebilir. O zaman rol yapmaya gerek kalmaz, bir kaç farklı yüz taşımaya ya da sahte jestlere. Böyle olduğuna inanır insan. Ama gördüğün gibi gerçeklik bizimle dalga geçer. Sığınağın yeterince sağlam değil. Her tarafından yaşam parçaları sızıyor ve tepki vermeye zorlanıyorsun. Kimse gerçek mi yoksa sahte mi diye sorgulamıyor. Kimse, sen gerçek misin yoksa yalan mısın, demiyor. Bu sorunun yalnızca tiyatroda bir önemi olabilir. Belki orada bile değil. Seni anlıyorum Elisabeth, susmanı anlıyorum. Hareket etmemeni anlıyorum. İsteksizliğini fantastik bir sisteme bağlamışsın. Anlıyor ve hayranlık duyuyorum. Bitene kadar bu oyunu oynamalısın. Ancak o zaman bırakabilirsin. Tıpkı diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da yavaş yavaş bırakırsın.”

İşte tam da bu noktada, Elizabeth’in gerçeklerle sükunet halindeki mücadelesini, bizim toplumumuzun, gölgelerin savaşı olarak yaşadığını söylemek mümkün. Meğer personasının ardındaki karanlığını göremediğimiz ne kadar çok insan varmış toplumumuzda… Personasından sıyrılan gölgeler dün olduğu gibi bugün de Mersin, İstanbul, İzmir… her yerde kılıç kuşanarak, insan yakan canavara, kartopunu kana bulayan vahşiye dönüşebiliyormuş zira.

Ama lütfen, gölgelerin ardınızdaki karanlığını fark edip adımlarınızı sıklaştırın ya da ışığı açın gölge yok olsun, yoksa!…

Yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir