Bir süredir içten içe izlediğim yazın dünyası, eli kalem tutan biri olarak beni derin düşüncelere sürüklerken, edindiğim izlenimleri, kendi zihnimin süzgecinden geçirerek yazma ihtiyacı hissettirdi bana. Neden mi?…
Televizyonunuzun uzaktan kumandasına basıp gezdiğiniz kanallardaki dizi filmleri bir düşünün, ya da son zamanlarda okuduğunuz romanları… Sonra gözlerinizi kapatın, zaman makinesinin çarkını çevirin ve bekleyin… Hangi tarihe geldiniz?… Ben şu an II.Abdülhamid Dönemindeyim. Ya siz?..
Ben zaman makinemi biraz daha önce çevirmiş olabilirim sizlerden. Ama o günden beri 1800’lü yılların sonlarında yaşanan Servet-i Fünun (Edebiyat-ı Cedide) dönemini soluyor gibiyim yazın dünyasında.
Yazılan romanlar, hikayeler, film senaryolarına dönüp şöyle bir bakmam yetiyor beni bu tarihten alıp o dönemlere taşımaya. Neredeyse yazılan eserlerin büyük bir çoğunluğu; bireysel duyguları işliyor romanlarında, senaryolarında öykülerinde ya da şiirlerinde.
Aşk, kadın, evlilik tabiat yalnızlık hayal-hakikat çatışmasından kaynaklanan ümitsizlik hastalık karamsar bakış açıları taşıyan melodramlar, almış başını giderken tam bir melankolik toplum tablosu çizmiyor muyuz aslında. Ya da son zamanların modası sürrealist mantığın, hayalleri zorlayan imgeleri ile hayat bulan eserler, bizi hiç bilinmeyenlere taşıyor bilincimizin derinliklerini aşındırırken…
Hep birlikte, toplumsal olayları konuşmaktan ve yazmaktan kaçar olduk. Ne yazık ki; yazılan eserlerin gerçeği ile yaşamın gerçeği örtüşmez oldu. Es kaza uzaktan yakından örtüştürebildiğimiz konularda yazmışsak da, hemen bir açıklama düşmek gereği hisseder olduk. “Burada gördüğünüz (okuduğunuz) kişi ve olayların gerçekle hiçbir alakası yoktur….vs.”
Yani evet, yazılan eserler kaynağını teşkil ettiği toplumun yansımalarını bize hissettirmiyor değil. Toplumsal, ekonomik ve kültürel birçok konuya şöyle bir değinmeden geçmiyor hiç biri. Belli realiteleri taşıyor. O yüzden de hedef kitlesine çok rahat bir şekilde ulaşıyor.
Belki de bu dönemde biraz realist, biraz natüralist, ya da sürrealist ve hatta oldukça romantik olmak yetiyor biz yazarlara. Belki de yetmiyor ama “Sanat, sanat içindir” denilmesinin zaruriyeti içinde deniliyor ve uygulanıyor bu tarz.
Yazılanların çeşitliliği zengin kılar, besler edebiyatı, kültürü. Ancak her şey kararınca olmalı şu dünyada. Dengeli olmalı. Siyahın yanında beyaz, doğrunun yanında yanlış ve hatta gri renklerde olmalı, tıpkı doğadaki gibi. Yaşanıyorsa yazılmalı da. Tıpkı 8.yy’da tüm açıklığıyla yazılan Orhun Kitabeleri’nde olduğu gibi anlaşılır ve net yazılmalı, ki gelecek nesil tecrübe edinmekle zaman harcamayıp, bir adım ileriden başlayabilsin hayata.
Mesajlar içermeli, öğütler vermeli, derin anlamlar yüklenmeli bir eser. Sadece duygulara değil, zihnin derinliklerindeki düşünsel merkezleri de uyarmalı, belleği canlı kılmalı yazılanlar.