İnsanı yok etme, zarar verme ve saldırganlık güdüsünü ehlileştirebilecek bir zat-ı muhterem ya da muhteremler aranıyor!…
Yok mu?!…
***
Böyle bir ilan vermek geliyor içimden… Görsel, yazılı, sosyal medya vasıtasıyla ya da sokaklarda çığırtkanlarla ama her ne şekilde olursa olsun, duyurmak istiyorum bu düşüncemi…
Ne işle uğraşıyor büyük düşünce insanları, psikologlar, psikanalistler, psikiyatristler, sosyologlar…?
Kimin ya da kimlerin çocukluklarına inmekle meşguller hâlihazırda?
Zararsız değil, şiddet eğilimli ruh hastalarının ellerini kollarını sallayarak dolaştığı sokaklarda, kendileri de gezerken, teşhis ve tedavi konularında, hangi çalışmaları yaptılar Freud’dan bu yana bilemiyorum ama bence aslında geç kalmış olmakla birlikte yine de acele etseler iyi olur… Zira bu kan, bu şiddet bu vahşet dolu ortamların son bulması için aklıma gelen son çarelerden biri de bu.
Einstein’ın bir sorusuna verdiği cevapta söylediği gibi “ İnsan, aklıyla ve duygularıyla olaylara yaklaşabildiği ve ileride kopacak bir savaşın yaratacağı sonuçlardan korktuğu için yakın zamanda aslında savaşların bitebileceği düşüncesi ütopik değildir.” diyen Freud mu çok iyimser yoksa insan doğası mı gittikçe vahşileşiyor bilemiyorum ama bir şeyler, olması gerektiği gibi gitmiyor bu mavi gezegende.
90’lı yıllarda İngiltere’de yaşanan bir olayı ve onların verdiği cezayı düşününce bizde verilen cezaların yetersizliğinin bu şiddet olaylarını körüklediği düşüncesinden kendimi bir türlü alamıyorum.
Altı ve sekiz yaşlarındaki iki erkek çocuğu, Liverpol’daki işlek bir alışveriş merkezinde kaybolan beş yaşındaki bir başka erkek çocuğuna, annesine götüreceklerini söyleyerek, elinden tutup sakince alışveriş merkezinden dışarı çıkarlar. Sonra pek kullanılmayan bir tren yoluna götürüp işkence yaparak çocuğu öldürürler. Polis gelip inceleme yaptığında şaşkınlıktan sadece ağzından “parçalanmış…” sözünü kaçırır. Başka hiçbir şey basına sızmaz.
Yapılan incelemeler, defalarca izlenen kamera kayıtları katilin, beklendiği gibi saçı sakalı karışmış serseri, berduş bir tip değil de iki küçük çocuk olduğunu ortaya koyar. Bu durum, büyük şaşkınlığa sebep olur.
Olayın ardından bütün İngiltere sus pus olur, nasıl tepki vereceğini bilemez. Çocuklar mahkemeye zırhlı bir araçla getirilirken, Liverpol halkı araca saldırıp çocukları parçalamak istediğini bağırır. Mahkeme süresince hiçbir basın mensubu içeri alınmaz. Ama çizilen temsili resimlerden her iki çocuğun kolunun altında ayıcıklarının olduğu ve sürekli ağladıkları görülür. Karar verilmeden önce bilim insanları çok ter döker. Her iki çocuğun üç kuşak ötesine kadar aileleri mercek altına alınır. Beyin tomografilerine kadar incelenir. Sonuç olarak, hiçbir açıklama getirilmediği, aksi durumla karşılaşılmadığı için çocukların toplum için tehlikeli olduklarına karar verilir.
Çocukların küçüklüğü karşısında çaresiz kalan kanunlar, adaletin terazisinden şaşmayarak her iki çocuğu, birbirlerinden ayrı hapishanelerde, ömürlerinin sonuna kadar hapis cezasına çarptırır.
Anlattığım yaşanmış olay karşısında İngiltere’de işleyen adaletin gücü çocuk-büyük ayırt etmeksizin, şiddetin karşısında sergilenen kararlı ve katı duruş, ülkede mümkün olduğunca bu tür olayların gerçekleşmesinin önüne geçmektedir. Elbette, insanın olduğu yerde bu ve benzeri şiddet olaylarını sıfırlamak mümkün değildir ama minimize etmek işte böyle bir duruşla mümkündür.
İnsanların, neyi, nasıl, niçin yaptıklarını anlamanın daha uzun süre anlaşılamayacağı düşünüldüğünde, insanoğlunun “şiddet” i anlamak hususunda da uzun bir zamana ihtiyacı olduğunu anlıyoruz. Ama bu süre zarfında en azından eğitimli, içgüdülerini kontrol edebilen, sevgiyi bilen ve hisseden insanların yetiştirilmesi konusunda aileler daha duyarlı olmalı.
Olunamıyorsa, adalet denen mekanizma çarkını çevirip, terazisini doğru dengelemeli! Suçlular, şiddet yanlıları hak ettiği cezalara affedilmeksizin çarptırılmalı. Tıpkı İngiltere örneğindeki altı ve sekiz yaşındaki iki çocuğa uygulandığı gibi…