“İnsan, ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür.”
Gabriel Garcia Marquez
Zamanı mı geldi yoksa ölebildiği zaman bu zaman mıydı bilmem ama Marquez okuduğum nev-i şahsına münhasır yazarlardan biriydi. Yazım gücünü çocukluğunda yaşadıklarının bir yekûnu olarak ifade eden yazar, bugün aramızdan ayrılırken edebiyat dünyasına “Yüzyıllık Yalnızlık”, “Kolera Günlerinde Aşk” gibi kalıcı izler bırakarak giden güçlü bir kalem oldu.
Küçük yaşlardan itibaren anneannesi ve dedesinin yanında büyüyen Gabriel, aslında bana göre çok şanslıymış. Çevresinden saygı gören entelektüel bir asker olan dedesi ve özellikle kendisine çocukluk yıllarında unutulmaz hikâyeler anlatan ninesi onun tüm hayatını şekillendirdiklerinin bilmem farkında mıydılar ama değillerse bile iyi ki onun hayatında bu kadar etkin olmuşlar…
Zira öyle sanıyorum ki büyükannesinde gizlenen yeteneğin dışa vurumu, torun Gabriel’de vücut bulmuş. Hatta bizzat kendisi, o muhteşem “Yüz Yıllık Yalnızlık” romanının arkasında “Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım…” derken bence tüm romancılık ve gazetecilik hayatındaki meziyetlerinin kaynağını açıklayan bir tavır sergilmiş gibiydi.
Yazılarının canlılığı, dil zenginliği ve derin hayal gücüyle hayranlık uyandıran Marquez, sürrealizminin Latin Amerika’nın realizminden kaynaklandığını da söylemişti.
O, içinden geldiği gibi yazıyordu; çünkü genlerinde vardı yazmak. İmgelerle dolu ama bir o kadar doğal üslubu, kitapla okuyucu arasında oluşan köprü, onun anlatımındaki doğallığın ardına gizlenen sürrealizminin etkisindendi. Gerçekleri anlatıyordu, anlatılanlarda kendinizden bir şeyler buluyordunuz ve bunu hayal edebiliyordunuz. Normal ya da gerçekçi kabul edilen sanat anlayışlarında olmaması gereken sihirli ve mantık dışı ögeleri, size fark ettirmeden ustalıkla yediriyordu cümlelere. Belki de kitaplarının içinde kaybolmamızın nedeni burada gizliydi.
Yüz Yıllık Yalnızlık, usta romancının mutlaka okunması gereken eserlerinden biridir. Gerçek hayatın bir yansıması olan kitapta, roman ötesi aforizmalarla karşı karşıya kalacağınız onlarca satır bulabilirsiniz. Bu satırlar öyle sıradan sözler değil gerçekten düşündüren, tecrübelerin mesaja dönüştüğü bir misyonla okuyucularla buluşan ifadelerdir. Okurken özümseyerek, cümlelerin altını çizerek okuduğumu hatırlıyorum.
Mesela; yalnızlıkla ilgili öyle ifadeler yer alıyordu ki eserinde: “Yalnızlık, anılarını ayıklamış, yaşamın yüreğinde biriktirdiği özlem dolu süprüntüleri yakmış, geriye en acı anıları bırakarak onları arıtmış büyütmüş, sonsuzlaştırmıştı.”
Yalnızlığı, ne kadar kaçmak istesek de aslında hayatımızda var olmasını istememiz nedeniyle terk edemediğimizi bize hissettiren, içimizde hep var olan yalnızlığı bize yaşatan bir kitaptı o. Öyle güzel nakşediyordu ki beynimize yalnızlığı, kitabın sonuna geldiğimizde beynimizden vurulmuşçasına kalakalmıştık…
Tıpkı ölümüyle edebiyat dünyasını bıraktığı “sonsuz yalnızlık”ta kaldığımız gibi…