Kadın, zoraki yutkundu. Kesik kesik aldığı nefes, hayata olan borcunu taksitle ödetircesine zorluyordu onu, her defasında. Ama bu defa daha farklıydı. Veresiyeye doymuş gibi baktı hayat, bir an, yüzüne. Günlerdir uykuya hasret gözlerinin altındaki mor halkalar, kement atmış, sıkı sıkıya bağlamıştı göz çukurlarına kaçan buğulu gözlerini, kasvetin derinine. En son, on gün önce çalan telefonunun sesi mühürlenmiş, küskün duruyordu şimdi, günlerdir hiç bozulmamış yatağının başucunda.
Ah, bir kez daha çalsaydı!… Bir kez daha…
Hayır, kapının zili değil; telefonun ziliydi çalmasını beklediği.
Kapıyı açmak için yürüyecek takati de yoktu zaten. Evdeki iki sesten biri çalar saatin saydığı dakikalar, diğeri de ona eşlik eden sobanın yakıcı çıtırtılarıydı.
Yanında otursanız, aldığı kesik nefesleri sorunsuz sayabilirdiniz ya kadının; yüreğinin çarpıntısını da duyabilir miydiniz, onu bilmem ama.
Siz, o nefesi sayadururken şehirden yola koyulan ekâbir, şoseden ayrılmış köyün yağmurdan balçıklaşan patika yoluna kıvrılmıştı koca kara arabalarının içinde. Bir tek, arabaların rengi kara olsa iyiydi yine. Hüzün karası da çalınmıştı yüreklere. Ala bulanmıştı, hatta bir değil birkaç kat ala bulanmıştı üstelik.
Köy, köy olalı böyle fiyakalı arabaları, böyle ağır misafirleri ağırlamamıştı bu zamana kadar zannımca. Misafirler, ağırdı ağır olmasına ya bu ağırlığın sebebi rütbeden, mertebeden değildi bu defa. Yüklenen görevin ağırlığından taşıyamıyordu bedenleri ayaklar. İlerlemiyor, ilerlemek istemiyor, geri geri geri gidiyordu, ileri doğru atılan her adıma inat.
Şimdi bu tek katlı, sıvası dökülmüş, tuğlaları görünen evin avlusundan içeri yürüyen kelli felli adamların, her zaman yerinde olmaya can atan insanlar, belki de ilk kez onların yerinde olmayı istemiyordu herhalde.
Çalan zilin sesine “Alo… !!!” diye telefona sarılarak cevap verdi kadın… Ama nafile!
Tekrar… Sonra tekrar çaldı kapı zili…
“Okul zili çalmalıydı şimdi.” diye düşündü kadın, zoraki, doğrulup kapıyı açmaya giderken.
Gıcırtıyla açıldı evin kapısı. Köyün Muhtarı Mustafa Ağa ve yanında bir sürü adam duruyordu karşısında. Muhtarın dudakları titredi. Gözlerine bakamadı Fatma Ana’nın. “Misafirin var ana!” diyebildi sadece. Gayrı ihtiyari çekildi kenara Fatma Ana. Anlam veremese de ya da vermek istemese de daha büyük bir kor düştü şimdi yüreğine.Sanki onları bekliyormuş gibi sorgusuz sualsiz aldı misafirleri içeriye.
Adamlar, ağır adımlarla girdiler sofaya. Evde çok şey yoktu belki ama koca bir kütüphane vardı içi tıka basa kitap dolu. Herkesin dikkatini çekmişti kütüphane. Fatma Ana soru dolu gözlerle baktı adamların gözlerine. En son muhtarın gözlerinde bir mana aradı. En yetkili adam zorlansa da söze başladı .“Anacığım,…” dedi. Adamın söyleyeceklerini duymak istemez gibi çözüldü dilinin bağı o sırada Fatma Ana’nın.
“Oğlumun, eli iyi kalem tutar. Hele bi gelsin. Daha çok kitap alacak, bütün çocukları okutacak köyde .” dedi. “O, silahları hiç sevmez. Mecbur gitti polis oldu. O, bir öğretmen, anlı şanlı öğretmen… Onu bekliyorum. Hiç aramadı kaç gündür ama… Kurada çıkmayınca, atanamayınca polis oldu. Ahtı var bi daha başvuracak, öğretmen olmak için sırasını bekleyecek. Hele şu borçları bi bitirsin…” gözleri dolmuştu.
“Çalan son zille artık okuldan gelecek, ben de yemeğini yapacağım…”
Gözleri parladı Yiğit’i düşününce. “Adı gibi yiğit benim oğlum. Şu borçları bi ödesin hele…” dedi bozuk plak gibi.
Al bayrağı uzattı adam. “Zil çaldı ana!…Son zil… Oğlun Hakk’a yürüdü.”
Ne veresiye ne taksit; işte şimdi, peşin almıştı, tüm alacaklarını hayat…!
Hakk’a yürüyen tüm şehitlerimize dua ve rahmetle…