Birkaç hafta önce “Doktor Cha” adlı bir Kore dizisinden uyarlanan bir dizi, bir anda oldukça yüksek bir raiting yakalayarak ana akım televizyon kanallarından birinden hayatımıza girdi.
İçimizi daraltan, yüreğimizi burkan stresli ve bol acı soslu, dramların ardından, Demet Evgar, Buğra Gülsoy ve Mehmet Yılmaz Ak’ın başrollerini paylaştığı ama kadrosunda çok başarılı daha birçok sanatçının yer aldığı bu dizi, adı gibi ekranlara “Bahar”ı getirdi.
Belki benzeri konular ekranlara daha önce de gelmiştir ama bu, bir başka güzel olmuş.
Kadro harika olunca hele bir de ekibin sinerjisi tutunca işte böyle boynuz kulağı geçiyor. Boynuz kulağı geçiyor derken uyarlaması orijinalini aşmış demek istedim. Şahsî fikrimi sorarsanız; aramızda kalsın ama bizim versiyon gerçekten de daha iyi olmuş.
Tabii işin mutfağı da çok önemli, o yüzden senarist Ayça Üzüm’ü de tebrik etmek isterim. Her nasıl olursa olsun, uyarlamalarda özellikle kültürel farklılıklardan doğan nüansları bulup senaryoya yedirmek zor ama bir o kadar da önemlidir.
Dizi, Türk aile yapısındaki ataerkil sistemi, modern-dominant kaynana vurgusunu, babanın evde gerek karısına gerekse çocuklarına karşı mobing yapan baskıcı yapısını çok iyi aktarmış. İlk bölümde Demet Evgar’ın oyunculuk performansıyla Bahar’ı ne kadar çok sevdiysek, bir kadın olarak bağrımıza bastıysak, kocası rolündeki Mehmet Yılmaz Ak’tan da bir o kadar nefret ettik. Hele o kayınvalideden!
Bu sebeple izlerken senarist, yapımcı ve yönetmen koltuğunda üç ayrı kadının oturduğu dizideki feminen havayı hissetmedik dersek yalan olur!
Kadının elinin değdiği yerde çiçekler açarmış derler ya ne kadar doğru! Mesela senaristin 2. bölümün başında çiçeği, umuda dair bir metafor olarak kullanmasına bayıldım. Yönetmenin pencerenin önüne koyduğu iki küçük saksı çiçeğe ve bu çiçeklerle verdiği mesaja…
Hele Demet Evgar’ın sesinden Zülfü Livaneli’nin, aşkın, mutlulukta ulaşılacak son nokta olduğuna dair inananları bir kez daha düşünmeye davet eden “Kardeşimin Hikâyesi” adlı romanından alınan:
“İnsan hiçbir umut beslemediği zaman durumu kabullenebiliyor ama kapkara bulutlar arasından iğne ucu kadar kendini gösteren bir güneş ışını belirince bütün dünyası o ışığa bağlı oluyor.” sözcüklerini işitirken, yönetmenin, taşların arasında başını uzatan, büyüyüp serpilen bir çiçeği bize izletmesi…
Mesela dizinin orijinalinde böyle bir sanatsal dokunuş yok. Bizim senarist düşüncelerimizi okşamış bu tür inceliklerle. Çok beğendim.
Bizi sanırım, fedakâr ve cefakâr Türk kadını profiline yüzde yüz uyan Bahar’ın, tıp fakültesinden mezun olduktan sonra doktor olmak yerine, eşine, çocuklarına, eşinin annesi ve ailesine adadığı hayatından uyanışının ve bir kedi kadar evcilken bir aslana dönüşümünün hikâyesi bekliyor.
Bir kadının, hayatın gerçekleri ile yüzleştiği o, dönüm noktası diyebileceğimiz andan sonra hem gerçek hem de mecaz anlamda kendi hayatına geri dönüşü ve 20 yıllık derin bir uykudan uyanışı. Eminim kolay olmayacak!
Demet Evgar’ın muzip ve bir o kadar ironik tavırlarıyla güldürürken düşündüren “Bahar” karakteri, dilerim kendisi için yaşamayı unutan kadınlarımıza verdiği mesajlarla onlara iyi bir örnek olur ve onları da hayata döndürür.
Bazı gerçeklerin farkına varmak için hayati bir tehlike yaşamayı beklemek yerine hiç vakit kaybetmeden hayata sarılmak gerektiğini, aslında hayatın bize bahşedilmiş en güzel hediye olduğunu hiç aklımızdan çıkartmamamız gerektiğini anımsatıyor bize. Bence bu, baştan sona dizinin içine yerleştirilmiş en önemli mesaj.
Aslında dizinin sevilmesindeki en önemli etkenlerden biri de uzun zamandır acıdığımız için sevdiğimiz kadın karakterlerden farklı bir karakterle tanışmamız. Çünkü Bahar, güçlü, neşeli, kendi eksikleriyle bile alay edebilecek kadar kendinden emin ama bir o kadar da saf denilebilecek kadar iyi ve tüm sakarlıklarına rağmen zeki bir kadın. Bizler, belki de uzun zamandır ekranlarda böyle esprili, kendisiyle barışık ve zeki bir kadın görmedik! O yüzden Bahar’ı bu kadar sevdik.
Belki de tüm kadınlar biraz Bahar’dı. Herkes öyle çok şey buldu ki Bahar’da kendinden, o yüzden bu kadar çok sevildi.
Bahar, kadın olarak yaşamanın gittikçe zorlaştığı, kadına şiddettin, kadın cinayetlerinin azalacağı yerde her geçen gün daha da arttığı şu günlerde, yüzümüze yaydığı tebessümle bizi güldürürken düşündüren biri dizi olmuş. Emeği geçen herkese teşekkürler.
…
Bugün 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Aslında hiç itibar etmem böyle uydurulmuş günlere! Zira kapitalizme kurban edilen ve anlamını yitireli çok zaman olmuş, diğer günlerden farkı kalmayıp sıradanlaştırılmış bir gün artık o da. Erkeklerin kadınlara hediye, çiçek vb. alarak geçiştirdiği gerçek anlamını yitirmiş bir gün!
Kadınların her gün en yakınlarındaki erkekler tarafından psikolojik ya da fizyolojik şiddete uğradığı, can korkusuyla yaşarken sığınacak yer bulamadıkları, eşitsizlik, adaletsizlik ve şiddete maruz kalarak ölüme terkedildikleri, küçücük kız çocuklarının kazık kadar erkeklerle ya da tacizcisiyle evlendirildiği bu dünyada bir gün değil her gün, kadınlar günü ilan edilse ne anlamı var?
Önemli olan kavga gürültü içinde yan yana değil; kadın-erkek, barış, huzur ve adalet içinde omuz omuza, yürek yüreğe, can-cana insanca yaşayabilmek. Bunu başaramıyorsak uydurulmuş günlerle kapitalizme hizmet etmenin hiçbir anlamı yok!
Huzurla, güvenle, adaletle yaşanacak umut dolu yarınlara…
Sağlıcakla kalın…