SEVDİĞİMİZ ŞEYLERİ NEDEN SEVERİZ?

(AYARSIZ DERGİ, Ağustos 2017)

İnsanoğlu için ‘sevmek’ temel bir ihtiyaçtır. Ama hayat, içinde zıtlıkları barındırmayı sever. Beyaz kadar siyah da hayatımızın bir parçasıdır. O yüzden sevmemek, nefret etmek de vardır hayatımızın içinde.

Kimi severiz, neyi severiz, kimden hazzetmeyiz, neden hoşlanmayız?… Bir sebebi vardır mutlaka.

Yale Üniversitesi psikoloji profesörü Paul Bloom, çok satan popüler bilim kitaplarından biri olan Hazzın Bilimi’nde “Sevdiğimiz Şeyleri Neden Severiz?” sorusuna cevap arar. Bloom, bu kitaptaki temel argümanını hazzın derinliği üzerine kurgular.  

Profesör, eserinde “Asıl önemli olan şey, duyularımızın algıladığı dünya değildir. Aksine, bir şeyden aldığımız zevk onu ne olarak düşündüğümüzden ileri gelir.” der.

Evet, aslında hepimizin aklına zamana zaman takılan “ Sevdiğimiz şeyleri neden severiz?” sorusu, kitap boyunca çok farklı açılardan sorgulanmış ve enteresan örneklerle açıklığa kavuşturulmuştur. Belki benim bu yazıda küçük bir parçasına değinebileceğim bu konuyu merak edenlere ‘Hazzın Bilimi’ni okumalarını tavsiye ederim.

Bloom, bu kitapta; cinsellikten sanata, beslenmeden televizyon seyretmeye kadar hayatımızdaki bütün zevk veren olguları mercek altına almış, hazzı evrimsel, kültürel ve biyolojik yönleri ile incelemiş.   

Şüphesiz doğadaki her şeyin –insanlar dâhil- gizli bir özü vardır. Onları oldukları şey yapan, deneysel psikologlar bu özcü bakış açısını maddi ve toplumsal dünyalara dair anlayışımızın temelini oluşturduğunu iddia ederler; gelişimsel ve kültürlerarası psikologlar ise bu özün içgüdüsel ve evrensel olduğunu ileri sürerler.

Öz, kavramına ayrı bir ehemmiyet verildiğini göreceğiniz sayfalarda yazar, konuya ilişkin, J.D.Salinger’ın, Seymor adlı karakterinin bir hikâyesini anlatır:

Hikayede, Dük Mu, arkadaşı Po Lo’dan kendisi için mükemmel bir at seçebilecek birisini bulmasını ister. Po Lo, Kao adında bir uzmanı tavsiye eder. Dük, Kao’yu işe alır.

Kao kısa sürede atı bulduğu haberini verir. At, boz renkli bir kısraktır. Dük hemen atın satın alınmasını söyler ama at gelince atın simsiyah bir damızlık olduğunu görür. Çileden çıkar. Kao’nun daha atın rengini ve cinsiyetini anlamaktan aciz biri olduğunu söyler. Ancak Po Lo bu habere çok heyecanlanır.

Hatta “O, bu kadar mesafe kat etti mi?” diye bağırır. Zira Kao’nun göz önünde tuttuğu ruhsal mekanizmadır. Özü sağlama alırken dışsal olanı gözden kaybeder. Görmek istediğini görür ve istemediğini görmez. Bakması gerekene bakar, lüzumlu olmayanı umursamaz.

Doğal olarak hikâyenin sonunda at, sevilen, beğenilen muhteşem bir hayvan olur.

Bu, bir özcülük hikâyesidir. Her şeyin altından, birinin doğrudan gözlemleyemeyeceği temel bir gerçekliğe ya da hakiki bir doğaya sahip olduğu düşünülür. Önemli olan bu saklı doğadır. Özü gören gözler sevmeye daima hazırdır. Aksi takdirde sevmek zamanı, hazanı bekler.

Bu kitabın üzerinde durduğu gizemin bir bölümü de: “Bir nesnenin orijinali bize haz verir, kopyası bizi etkilemez!” tezi üzerinedir.

Yazar, her tür gündelik nesnelerden aldığımız haz, bu nesnelerin tarihi hakkındaki inançlarımızla ilgilidir derken de durumu şu örnekle açıklar:

ll. Dünya Savaşında Hitler’in selefi olan Goering, bugünkü değeri yaklaşık 10 milyon dolar olan toplam 137 tabloyu Van Meegeren’e verir. Karşılığında ise Johannes Vermeer’in  “İsa ve Zina Yapan Kadın” tablosunu alır.

Goering, Vermeer’in büyük bir hayranıdır. Savaş sonrası müttefikler, tabloyu bulup onun bu tabloyu kimden satın aldığını sorar. Van Meegeren’in, muazzam bir şaheseri, bir Nazi’ye satmakla suçlandığı bu olayda Meegeren tutuklanır.  

Hapiste geçirdiği 6 haftadan sonra dünya tarihinde en zeki ve yetenekli dolandırıcılar arasına girmeyi başarmış olan Meegeren, bir başka suçu itiraf eder. Meegeren, Goering’e sahte tablo satmıştır. Zira o resmi kendi çizmiştir. Hatta Vermeer’in başka eserlerini de taklit etmiş, çizmiştir.

Meegeren, Tabloyu o kadar aslına uygun çizmiştir ki idam cezasından kurtulmak için itiraf etmese tablonun sahte olduğunu kimse anlayamayacaktır. Suçsuzluğunu kanıtlaması için Meegeren’den bir başka Vermeer tablosu çizmesi istenir. O da 6 haftada böyle bir tabloyu yeniden resmeder. Ve sonuç olarak; artık o tablo, orijinal bir tablo olmadığı için Goering’e aynı hazzı vermiyordur.                                                ( Meegreren bu sayede sadece haksız kazanç elde etmekten kısa bir süre hapis yatarak kurtulur.)

Öyleyse öz hakkında düşündüklerimizin birçoğu yanlıştır; ancak bu genel anlamda özcü bir sezginin yanlış olduğu anlamına gelmez. Özcü olmayan bir tür olsaydık, belki belli materyallere daha az, hakiki insanlara daha fazla değer verecektik. Çünkü hazların da bize bir bedeli, bir maliyeti vardır.

Ve karşılıksız sevgi yalnızca bir annenin evladına duyduğu sevgidir. Diğer sevmelerin mutlaka bir gerekçesi, bir dayanağı vardır. O gerekçe ortadan kalktığı an belki de en çok sevdiğimizi düşündüğümüz şey bir anda hükmünü yitirir.

Ve unutulan bir konu; masum olan bizler değiliz. Sevsek de sevmesek de bu suni dünyayı bizler oluşturduk. Cep telefonları, kremalı kek, internet, gökdelen, politika, hukuk… Şimdi neyi, neden sevdiğimizle ya da sevmediğimizle uğraşıyoruz.

“Biz büyüdük ve kirlendi dünya…”

Yorum yapın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir