Türk Dizilerinin Dünyadaki Etkisi
Son yıllarda Türk dizileri, sınırları aşarak milyonlarca izleyicinin kalbine girmeyi başardı. Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya, Balkanlar’dan Asya’ya kadar pek çok ülkede Türk yapımları, prime time kuşaklarını dolduruyor. İstanbul’un siluetleri, Türkçe’nin melodisi ve oyuncuların karizmatik yüzleri artık küresel bir estetiğin parçası. Ancak bu başarı hikâyesinin ardında, tartışmalı bir yön de büyüyor: Türk dizileri gerçekten kültürel bir ihracat mı, yoksa küresel bir erozyonun aracı mı?
Geçtiğimiz günlerde bir Rus sosyoloğun yaptığı sert açıklama bu soruyu yeniden gündeme taşıdı. Sosyoloğa göre, Türk dizileri dünyayı “kültürel olarak zehirliyor.” Gerekçesi ise gayet net: Bu diziler, sürekli aldatma, entrika, dedikodu ve saldırganlık gibi temaları işleyerek hem Türk toplumunun değerlerini aşındırıyor hem de izlendikleri toplumlarda benzer davranış kalıplarını normalleştiriyor.
Bu eleştiriyi bütünüyle haksız görmek zor. Zira son yıllarda pek çok popüler yapımda, aile bağları çatışmanın merkezine yerleştirilmiş durumda. Aşk, fedakârlık, sadakat gibi kavramlar çoğu kez intikam ve manipülasyonla iç içe geçiyor. Sürekli çatışma, intikam ve şiddet temalarıyla örülen hikâyeler, reyting kaygısı uğruna ahlaki tutarlılığını kaybediyor. Diziler birer sanat ürünü olmaktan çıkıp, adeta sosyal laboratuvarlarda test edilen “duygusal dopamin bombalarına” (yani izleyiciyi yapay duygusal uyarıcılarla yönlendiren yapımlara) dönüşüyor.
Bir zamanlar televizyon ekranlarında yankılanan kahkahalar, bugün yerini bağırışlara, suçlamalara, aldatma sahnelerine bıraktı. Oysa bir dönem Türk dizileri, yalnızca birer hikâye değil, aynı zamanda aile sıcaklığının, komşuluk dayanışmasının ve insan ilişkilerinin aynasıydı. Bugün geldiğimiz noktada o aynada kendi suretimizi tanımakta zorlanıyoruz.
1980’lerin sonu ve 90’ların başındaki diziler, toplumun kalbine “biz olma” duygusunu yerleştiren yapımlardı. Perihan Abla’nın sokağında kimse yalnız değildi; komşunun derdi, herkesin derdiydi. Süper Baba’da bir babanın çocuklarına olan sevgisi, toplumun vicdanına dokunuyordu. Bizimkiler dizisinde apartmanın her kapısı, Türkiye’nin farklı bir kesitini temsil ediyor; çatışmalar bile sevgiyle çözülüyordu. Bu diziler, sadece hikâye anlatmıyor; bir değer aktarımı yapıyordu. Aile, temel güven duygusunun, sevginin, sabrın ve saygının merkeziydi.
Peki ne değişti?
Ekranlardaki yeni aile modeli artık huzurun değil, krizin mekânı. Evler, huzurun değil; öfke, entrika ve rekabetin sahnesi. Kadınlar ya kurban ya hırçın; erkekler ya güçlü tiranlar ya da duygusal çaresizler. Sevgi, tüketilen bir meta hâline geldi.
Bu, yalnızca bir senaristin tercihi değil; toplumun kendi aynasını kaybetmesinin sonucu. Çünkü senarist artık mahalledeki hayatı değil, reyting tablolarındaki eğilimleri yazıyor. Piyasa, duygudan önce kârı; derinlikten önce tüketilebilirliği önceliyor.
Peki, dünyaya ihraç edilen bu sahneler, “Türk ailesi” ni mi anlatıyor?
Hayır. Aksine, bizi olduğumuzdan farklı, daha yapay, daha yüzeysel gösteriyor. Dünyanın gözünde Türk insanı artık; tutkularıyla sürüklenen, aile bağlarını menfaatle ölçen, sevgiyi çıkar ilişkisine dönüştüren bir kimliğe bürünüyor. Bu yanlış temsiller, bir ülkenin kültürel hafızasını bozuyor.
Biz, yıllarca aile sıcaklığını, dostluğu, komşuluğu, misafirperverliğiyle övünen bir toplumken, şimdi ekranlardan yayılan “soğuk bir modernlik” ile tanınıyoruz.
Bu yozlaşmanın nedeni yalnızca sektör değil; dönüşen zamanın ruhu. Dijital çağ, hikâyeyi hızla tükettikçe, derinliğe sabrı kalmayan bir izleyici profili yarattı. Yapımcı da bu hızlı tüketimin nabzını tuttu. Her şey bir sonraki bölümün fragmanına indirgenince, hikâye, hikâye olmaktan çıktı.
Ama sanatın görevi, izleyicinin anlık ilgisini değil, insanın kalıcı duygusunu yakalamaktır.
Bu gidişatın ardında yatan asıl neden, hikâye üreticisinin de yönünü kaybetmesi ya da kaybettirilmesidir. Bir zamanlar yazan insanlar, halkın içindendi. Mahalledeki çocuğun, emekli memurun, öğretmenin, işçinin hikâyesini anlatırdı. Şimdi senarist, reyting tablolarının, algoritmaların, pazar raporlarının içinde yazıyor. Kalem, yüreğin değil, piyasanın ritmine göre, kaygıyla hareket ediyor. Ve işte o anda, sanat üretim olmaktan çıkıp “ürün” haline geliyor.
Sonuçta ortaya çıkan tablo, kültürel bir erozyonun sinyallerini veriyor.
Biz dünyaya bir zamanlar “aile bağlarının sıcaklığını” ihraç ederdik. Şimdi ise, başkalarının hikâyelerini taklit ederek klonlanmış hikâyeleri pazarlıyoruz üstelik bizimmiş gibi göstermeye çalışarak. Bu bir başarı mı? Göreceli! Nereden baktığınıza bağlı…
Bugün Türk dizi sektörü yeniden kendi köklerine, insanına, evinin içindeki sıcaklığa dönmediği sürece, dünyayı büyülese bile kendi ruhunu kaybedecek. Ve bu Rus sosyoloğun sözlerine benzer eleştirilere maruz kalacak.
Elbette Türk dizilerinin dünya çapındaki başarısı inkâr edilemez. Ancak keşke bu başarı, bizim özümüzden süzülen hikâyelerle taçlansaydı. Keşke bizi tanıyan, anlamaya çalışan bu dünya, bizim soğuk kurgularımızı değil, kalbimizin sıcaklığını anlasaydı.
Belki de bu noktada, Rus sosyoloğun sözünü farklı okumalıyız. Belki dizilerimiz gerçekten “zehir” saçıyor — ama başkalarını değil, önce bizi, kendi kültürel benliğimizi zehirliyor.
Gerçek başarı, reyting sıralarında değil; kendi hikâyeni tüm gerçekliği ve özünü yitirmeden anlatabilmekte gizlidir. Sanatın görevi, sadece eğlendirmek değil; insanın kendine ayna tutmasını, ona kim olduğunu hatırlatmasını sağlamaktır.
Türk dizileri, bir zamanlar bunu başarabiliyordu; çünkü o sıcaklık, o doğallık, o insani derinlik hâlâ bizim hafızamızda. Belki de şimdi yeniden oraya dönmenin, yanıltıcı hikâyeleri değil hakikati anlatmanın zamanı.
Çünkü bir toplum, hikâyesini unuttuğu gün değil, onu başkalarının gözüyle anlatmaya başladığı gün kimliğini kaybeder. Ve unutulmamalıdır ki; ekranların ışığı geçicidir; fakat yüreğe dokunan hikâyeler kalıcıdır.